Menü

Veysel baser araştırma yazısı

Veysel Başer

ÇUKURÖREN KÖYÜ


EN GÜZEL ORMAN KÖYÜ

[Veysel Başer'in araştırma yazısını sizlerle paylaşıyorum.]



1955 yılıydı. Saraycık köyü ilkokulunda okuyordum. Eski okulda eğitim tehlikeli görülmüş ki cami avlusu içinde sayılabilecek, yan yana dört beş oda olan

bir binada eğitim görüyorduk. Dördüncü sınıftaydım. Geniş cami avlusu bakımsızdı. Bize eğitim veren Ankaralı Hulusi öğretmenimiz, dört ve beşinci sınıflara avluyu temizleme görevi verdi. Beşinci sınıftakiler otları temizlerken dördüncü sınıf öğrencileri olarak biz de, avludaki mezarların-sanırım dört beş mezardı- bakımını yapıyorduk. Mezar taşlarında Arapça yazılar vardı. Kuran yazısıdır diye onlara dokunmuyorduk. Kuran yazısına dokunmanın günah olduğu öğretilmişti. Ya da büyüklerimizden öyle duymuştuk. Kontrole gelen öğretmenimiz, mezar taşlarının temizlenmediğini görünce kızdı bize. “Günahtır diye dokunmadık öğretmenim,” dediğimde hafiften güldü. Günah olmadığını, bunların sadece Arapça yazılar olduğunu söylediği gibi, ilk baştaki mezar taşının yazılarını kendisi kazıyarak temizlemeye koyuldu. Yazıları kazıdıkça hayret ifadeleri belirtiyordu yüzünde. Öbürlerini bilmem ama, -on üç on dört öğrenciydik- çarpılıyor duygusuna kapıldım. “Ne oldu öğretmenim?” diye sormaktan alıkoyamadım kendimi. Çok önemli tarihi

bir bilgiye ulaştığını söyledi öğretmenimiz. Kendisi o mezar taşındaki yazıyı ortaya çıkarmaya devam ederken bizlere de öbür taşlardaki yazıları temizlememizi söyledi. Öğretmenimize bir şey olmadığını görünce bizler de öbür taşları temizlemeye geçtik.

Hulusi öğretmenimiz, mezar taşlarındaki bütün yazıları okudu. Kendi temizlediği taştaki yazılanları kağıda yazdı. Öbür mezarlar çok sonrakilere aitmiş.

İlk mezarda şu yazılıymış. Kayı boyundan Hafız (İsmi anımsayamıyorum) Ölümü (öğretmenimiz, bizim anlayacağımız şekilde) 1238 dedi. Köyün kuruluş tarihinin Osmanlıdan çok önce olduğunu söyleyerek bilgilendirdi bizleri.

Buradan şuna gelmek istiyorum. Merak bu ya, “Çukurören ne zaman kurulmuş olabilir” diye bir soru belirdi kafamda. İki köyün erkekleri pek farklı giyinmeseler de kadınları farklı giysi giyiyorlardı. Saraycık kadınları şalvar giyerlerken Çukurören kadınları üç etek entari giyimliydiler. Bir gün,“Çukurören ne zaman kurulmuş?” diye sordum öğretmenime. Beni çok severdi Hulusi öğretmenim. Benim için gidip araştıracağını söylediğinde sevindim. On beş gün sonra Çukurören’e gitmiş öğretmenim. Bir gece misafir kalmış. Saraycık’a dönüşünde bana dediği şuydu.

Çukurören, 1380’li yıllarda kurulmuş. İlk yerleşik Yörük köylerindenmiş.

İşte bu bilgi hafızamdan hiç silinmedi.

Köyümüzün, bu tarihlerde kurulduğunun kanıtlarına gelince:

1- Kütahya sancağının 1530 tarihli tahrir-yazım- defterinde köyümüzün, hiçbir nahiyeye bağlanmamış halde adının Çukur Viran olduğu, nüfusunun da 42 neferden oluştuğu belirtilmiştir. Bu defterde ayrıca köylülerin Güdeler cemaatinden-topluluğundan- olduğu yazılıdır. Osmanlı tahrir defterlerinde genelde, nefer olarak iş görecek, vergi verecek durumda ve yaştaki erkeklerin yazıldığı ileri sürülüyor. Nefer sayısı üzerinden, bir neferin beş kişilik aileye sahip olduğu varsayımıyla nefer sayısı beşle çarpılarak köyünün nüfusu, nefer sayısı beşe bölünerek hane sayısı tespit ediliyor. Bu esastan yola çıkılarak 1530 yılında köyümüzün 8-10 hane, nüfusunun da 210 kişi olduğu anlaşılıyor. Listedeki çevre köylere bakılırsa, o zamana göre kalabalık bir köy.

Köylülerimizin Güdeler topluluğu olarak bilinmesinin nedeni şu olabilir.

Güde kelimesinin bize uygun anlamı “otlak”

Türkiye’de halihazırda, birisi Bilecik ili Pazaryeri ilçesinde, diğeri Kastamonu ili İnebolu ilçesine olmak üzere iki adet Güde köyü var. Yine, birisi Sivas ili Suşehri ilçesinde, diğeri de Kars’ın merkez ilçesinde olmak üzere iki adet de Güdeli köyü bulunuyor. İnternet üzerinden bu köylerle bağlantı geçildi. Sadece Pazaryeri ilçesindeki Güde köyünden yanıt geldi. Köyün, 1884 yılında Bulgaristan’dan gelen muhacir tarafından kurulduğu, köyde Yörük ve çevresinde Yörük mezarı bulunmadığı, köyün; yakındaki bir Yörük köyünün otlağında kurulmuş olduğu bildirildi. Dolayısıyla köyümüzün bu yerle bağlantılı olduğu varsayımı gerçekleşmedi.

Türklerin tarihinden kısa bahisle, Güde sözcüğünün şuradan kaynaklandığı kanısına vardım. Yörüklerde hayvan otlatma, hayvan gütme olarak bilinir ve söylenir.

Hayvan otlatılan meralara da çok yerde güdek deniyor. Hayvan güdülen yer anlamında. Yaylak, daha geniş anlamı ifade ediyor. Köylülerimiz, yerleşik düzene geçmeden önce, Murat Dağı ve bugünkü sınırları içindeki otlakıyeleri yıllarca yaylak olarak kulanmışlar. Bu nedenle hayvan güdülen yerlerinin fazla olduğu anlamında Güdeler topluluğu olarak isimlendirilmiş olabilirler. İnebolu’daki Güdeli köyü hariç diğer köylerin kurulduğu yerler de yaylak durumunda.



2- Kütahya sancağının 1665/1666 yıllarına ait avarız vergisi (Fevkalade durumlarda alınırken sonradan devamlı alınan vergi) tahrir defteri kayıtlarına göre Çukur Viran köyü Sazbaşı nahiyesine bağlı görünüyor. (Büyük olasılıkla Sazköy olabilir. Ancak bu nahiyeye bağlı köyler listesinde Çukur Viran, Alan-ı Göynük, Altıntaş köylerinin adının yanında halihazırda Banaz ve Eşme ilçesine ait köyler de yazılı. Araştırmalarımda Sazbaşı diye Kütahya ve Uşak taraflarında nahiye ve köy ismi bulunmadı.) Bu listede Çukur Viran köyünün ahalisi, Güdeler topluluğu olarak belirtilmiyor ve 11 neferin avarız vergisi mükellefi olduğu belirtiliyor. 1675/1676 avarız vergisi kayıt defterinde ise vergi mükellefi 8’e düşüyor 1844 yılındaki avarız vergisi kayıtlarında ise, vergi mükellefi sayısı belirtilmese de köyden alınan vergi, 20.61 kuruş olup, -yirmi küsur kuruş- bu vergi Gediz’in ova köylülerinin ödediği vergi sınırındadır. Bu verginin kaynağı daha çok hayvan varlığından kaynaklandığı belirtilmiştir.



3- Köyümüzün 1400’lü yıllara doğru kurulduğunun en önemli göstergelerinden biri de köy mezarlığındaki özellikle ardıç ağaçlarıdır. Türklerde ardıç ağacı kutsaldır. Her türlü tehlikeye karşı dallarından tütsü yapılır. Mezarlara dikilir. Atalarımızın da köy kurulduğunda mezarlığa bu ağaçları, fidanken söküp diktikleri ya da henüz insan boyunda iken mezarlıkta bıraktıkları kesin. Ardıç, zor şartlara dayanan, kıraç arazilerin ağacıdır. Murat Dağı sırtlarındaki, köylülerimizin “yapık” dediği ağaççıklar da ardıç ağacının bir türüdür. Ardıç ağacı geç büyür. O nedenle bünyesinde tarihi taşır. Köyümüz mezarlığındaki en kalın ardıç ağacının çapı 1.38 metredir.

Bu çaptaki bir ağacın yaşı, büyük bir olasılıkla ve başka yerlerdeki yaşlı ardıç ağaçlarının bildirilen yaşları da göz önünde tutulduğunda en az 600 (altı yüz) yıldır.

Bu durumda köyün 1400’lü yıllara doğru kurulduğu kesinlik kazanıyor.



Orman bölge şefi ve diğer ormancılık görevlerim sırasında; Tavşanlı-Simav-Emet üçgeninde; Bandırma ve Gönen köyleri hariç, Balıkesir’in diğer ilçelerinde ve Çanakkale Bayramiç ilçesindeki yerleşik Yörük köylülerini tanıma fırsatı buldum. Bunların çoğu, orman işlerinde çalışıyordu. Karakeçili, Kızılkeçili, Sarıkeçili, Dodurgalı, Kütahya Yörükleri gibi aşiret boylarından olduklarını söyleseler de aralarında yok denecek kadar fark olduğunu gördüm. Kökenleri Türk olan bu aşiretlerin farklı tanımlanmaları, kurdukları kıl çadırlardan kaynaklanmış. Gördüğüm değişik yörelerdeki Yörüklerin konuşmaları, kadınların giyimleri, oyunları, gelenek görenleri, kullanılan malzemelerdeki ortak ad gibi pek çok konuda birbirlerine yakın olduklarına şahit oldum. Gözlemlerim sunucu edindiği kanı şu. Çanakkale’den Çukurören köyüne kadar olan dağ köylüleri, ufak tefek farklılıklar olsalar da aynı soyun-boyun insanları. Yerleşik düzene geçseler de tarihsel geçmişlerine yani, göçebe hayatlarına özlem duydukları devamlı söylenegelmiştir. Şu ifade birçok Yörük köyünde dile getirilir. “Yörük’e, İslam’ın şart kaç diye sormuşlar. Yörük,

altı, diye cevap vermiş. Bizim için altıncısı, vakti gelince yalağa ve kışlığa göçmek.”



Yukarıda belirttiğim uygulamaların, aşağı yukarı beş yüz yıl önce, pek devamlılık olmasa da kışları çadırlı yerleşik düzene geçen köylülerimiz yönünden de aynı olduğunu sanıyorum. Köyümüzün nüve olarak kuruluş yılları, Germiyenoğlu Süleyman Şah beyin kızı Devlet Hatun’u verdiği Yıldırım Beyazıt’a Emet, Simav ve Gediz taraflarını da çeyiz olarak Osmanlıya sunduğu tarihlere denk geliyor.

Bir başka konu şu.

Yirmi yıl aynı otlakları kullanmanın sahiplenme nedeni olduğunun, halen farklı şekillerde devam ettiğine tanık oldum.

Balıkesir Burhaniye ilçesinde orman bölge şefi iken, şimdilerde ilçe olan Gömeç’in daha çok zeytincilikle geçimini sağlayan iki köyünün insanlarını, hayvan sürülerini İvrindi-Burhaniye arasında bulunan Madra Dağı’na götürürlerken gördüm. Sorduğumda, yaylaya göçtüklerini söylediler. Konaklayacakları yayla ile köyleri arasında kuş uçuşu otuz kilometre vardı. Dediklerine göre ataları, yıllar yılı Madra Dağı yaylalarını yazları yaylak eylemiş. İvrindi’nin bazı köylüleri onları bu yaylalardan uzaklaştırmak için mahkemeye başvurmuşlar. Sonuç olarak mahkeme, uzun yıllar kullanıldığı için o köylerin de yaylalardan yararlanması yönünde karar vermiş.

Buradan şuraya gelmek istedim. Bilindiği gibi Murat Dağı’nın özellikle zirvelerindeki yaylaklarına yazları, İzmir ve Manisa illerinde yerleşik bazı köylüler gelir. Onları Yörük diye ifade ederiz. Burhaniye’deki olgudan yola çıkarsak, Yörük dediğimiz Murat Dağı’na gelenler de bizimle aynı boydan. Osmanlı kayıtlarında onların da Karakeçili Yörükleri olduğu yazılı. Bu da gösteriyor ki eski dönemlerden beri Murat Dağı’nın zirvelerini ve eteklerini birlikte yaylak eylemişiz. Onlar, kışları daha ılıman olan Manisa ve İzmir dolaylarına inmişler. Bizim köylüler ise, Çukurören’de kalmayı yeğlemişler. Daha sonraları, yaylak konusunda aralarında sorunlar çıkmış ki, uzaklık göz önünde tutularak yaylakların para karşılığında kullanımı yönünde sorun çözülmüş. Bu uygulama bildiğim kadarıyla devam etmekte.



Köyümüzün Murat Dağı çukurluğuna yerleşme nedenini şuna bağlıyorum.

Köyümüz, 12675 hektarlık bir alana sahip. Bunun, 11758 hektarı ormanlık alan. 917 hektarı ise, ekili alan, çayır ve meralar. Görev yaptığım yerlerde bu büyüklükteki alana sahip bir köy görmedim. Köyümüze ait bu geniş alan, çevre köylerinin kulaklarının dibine kadar. Bu durumu şuna bağlıyorum. Köylülerimiz, bu yöreyi yaylak olarak kullanmaya başlamaları döneminde oldukça kalabalıkmış. Yıllar

yılı bu sahaları Yaylak olarak kullandıklarından dolayı bu kadar geniş sahaya sahip olmuşlar. Yoksa civar köylüler, yakınlarındaki orman ve meraları köylülerimize bırakmazlardı.

Yörükler, yazları yaylaklara, kışları da pek soğuk olmayan kışlaklarda geçirirlerdi. Köyümüzün de yıllar yılı aynı uygulamayı yaptığına eminim. Yaylak ve kışlak, Türklerin temel işlevlerinden biri olduğu kaydedilen şu kayıtta mevcuttur.

Türkler, bozkır kültürünün temsilcileri olarak hayatlarını sürüleriyle birlikte mevsimlere göre ḳışlaġ ‘kışın oturdukları yer’ ve yaylaġ ‘yazın oturdukları yer’ adını verdikleri uçsuz bucaksız bozkırlarda sürdürürlerdi. Bu itibarla her iki kelimeye de söz konusu anlamlarıyla Türkçenin en eski metinlerinde rastlanmaktadır: Talım ḳara ḳuş men. Yaşıl ḳaya yaylaġım, ḳızıl ḳaya ḳışlaġım ol. “Yırtıcı kartalım. Yeşil kayalar yazın geçirdiğim, kızıl kayalar da kışın geçirdiğim yerlerdir.” (IrkB 51)

Tahminime göre yüz elli yıldan fazla olarak köylülerimiz, bugünkü sınırları içindeki tüm alanları yaylak olarak kullanmışlar. Son yıllarda erken bastıran bir kışta kışlağa gidemeyen köylülerimiz, çukur olduğu için kışı burada geçirmiş olabilirler. Ya da, savaş, kargaşa gibi bir dönemde kışlağa gidemeyip bu çukurlukta kışı geçirmeye mecbur kalmış olabilirler. Kuzey rüzgarına kapalı, kışın nispeten ılık geçtiği bu yeri kalıcı yurt edinmişler sonunda. Eski yerleşim yeri oluşu da burada kalmalarını sağlamış olabilir. Kışın korunaklı ve otlaklara yakın olduğu için burayı köy olarak yurt eylemişler.



Bütün bunların sonucu olarak köyümüz, Hulusi öğretmenimin dediği gibi 1380’li yıllarda otağ olarak kurulmuş. Karakeçili, Kızılkeçili, Sarıkeçili, Kütahya Yörüğü gibi daha birçok ad alan Yörüklerin bir oymağından. Hangisinden olması hiç önemli değil. Hemen hemen hepsi aynı boydan gelmekte. Genel görüşüm, köyümüz, Kayı boyundan olan Karakeçili Yörüklerinden.

Bunca sözden sonra sonuç şu.

Apaçık olarak bizler, Türk’ün özüyüz…





Köyümüzün yerleşik durumundan önceki tarihsel yapısı.



Çukurören. Adı üzerine, çukurdaki eski bir yerleşik yerine kurulmuş bir köy. Türklerde örenin anlamı, eski yapı ya da eski bir yerleşim alanıdır. Manevi değer ifade eden dağ, kayalık, bir ağaç veya bir yatırdır. Köyümüzün ve çevresinin çok

eski tarihlerden beri yer önemli yerleşim alanı olduğu, ortaya çıkan tarihi yapılarla, işlemeli taş, halihazırdaki tahrip edilmiş yerleşim yeri kalıntılarından bellidir.-(Köyden götürülen tarihi eserler de bunun kanıtıdır.) Köyümüzün ve çevresinin, M.Ö üç binli yıllardan itibaren Hititlilerin, Frikyalıların, Lidyalıların, Perslerin, Bergama Krallığının, İskender’in, Romalıların ve Bizanslıların hakimiyeti altında olduğu, tarihi bilgilerden anlaşılmaktadır. Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde ebedi Türk yurdu olmuştur. Dünyada ilk madeni parayı bulan Lidyalıların da değer verip ayininde bulunduğu bereket timsali ana tanrıca Kybele’ye ait olduğu iddia edilen bir mabedin kalıntısı Kesiksöğüt’tedir. Murat Dağı, antikçağ yazarlarınca kutsal dağ olarak tanımlanmıştır. Dindymos adının yanı sıra Kybele’nin Dağı olarak da adlandırılmıştır. Bu nedenle olsa gerek, Roma döneminde Gediz’de basılan sikkelerde bile Kybele’nin kabartması vardır. Kesiksöğüt’teki Kybele mabedinin bulunmasının yanı sıra, Belova’da kilise olduğu, yapı taşlarından bellidir. Ayrıca, Karapınar Deresi’ndeki Asar Sivrisi üzerinde, define arayıcıları tarafından tahrip edilse de havuzlu, köşk türü binaların bulunduğu, kalıntılardan anlaşılmaktadır.

Öyle ki, Asar Sivrisi’ne, künklerle bileşik kap yöntemiyle Murat Dağı üstlerinden su getirilmiş. Bu yerleşim yerinin Roma ve Bizans dönemine ait olduğu mermerden yapılmış, kırık heykel parçalarından anlaşılmıştır. Bütün bunlardan anlaşıyor ki köyümüz ve çevresi, ilkçağlardan beri yerleşim yeridir.

Köyümüz ve yakın çevresinde, Selçuklu, Germiyanoğlu Beyliği ve Osmanlı dönemlerine ait tarihi yapı yoktur. En azından rastlamadım ve duymadım.

Atalarımız; su, orman ve otlakıye yönünden bereketli gördükleri dağa,

Murat Dağı adını vermişler. Murat Dağı, gerçekten pek çok ovaya, yerleşim yerine

ve denizlere murat vermekte. Dağdan, Gediz, Sakarya ve Büyük Menderes nehirleri doğar. Dağın doğu eteklerinde çıkan sular, Konya’nın Eber Gölü’ne dökülür. Dağın, Kuzey eteklerinden doğan sular da Susurluk Çayı’nı besler.




Köyümüz ve çevresi için en önemli tarihi olay bence şu kahramanlık olayıdır. Otuz Ağustos 1922 günü Dumlupınar ve çevresinde yapılan Başkomutanlık Meydan Muharebesi sırasında geceleyin; toplu, makineli tüfekli on binden fazla Yunan askeri Kızıltaş Boğazı’na girip Oysu -Saraycık köy yoluyla batıya doğru kaçıyor. Köyümüzün ve civarımızdaki bazı köylerin cengaverleri, düşmana ilk darbeyi Saraycık köyünün berisinde vurup, çıkmaz yol olan Şıbılık Deresi’ne yöneltiyorlar. Daha sonra Belova’daki Küçük Kocadağ’ı siper ediniyorlar. Kaçan düşman askerlerini uzaktan takiple görevlendirilen bir bölük kadar süvari askeri de Belova üstünden ve Sarıkaya’da mevzileniyor. Akşama kadar süren Belova muharebesi yapılıyor. Belova’dan geçemeyeceğini anlayan Yuna ordusu, Murat Dağı tarafına yöneliyor. Bir gece Kömürcen Alanı’nda ve az ötesindeki sonradan Gavur Yatağı denilen alanda geceliyorlar. Cengaverler ve süvari askerleri, Yunan ordusuna tam yirmi dört boyunca kaçmalarını engellemişler. Yunan Ordusu’nun başkomutanın da bulunduğu bu askeri gücün, Uşak’a ulaşıp diğer güçlerle birleşmeleri engellenmiş ve Murat Dağı’nın Uşak tarafında esir edilmeleri sağlanmıştır. Ne yazık ki bu tarihi kahramanlık olayı, Genelkurmay kayıtlarında yoktur. Kaçan Yunan askerleri, Keçiller, Oysu, Saraycık köylerinin yanı sıra köyümüzü de yakmıştır.

İlkokul üçüncü sınıfından ortaokulu bitirene kadar emmi çocuklarıyla birlikte sığır ve koyunlarımızı güderken Kömürcen’e de giderdik. Orada ve Gavur Yatağı alanında boş konserve kutuları ve mavzer mermileri bulurduk. Sağlam olanlarını evinde Yunan mavzeri bulunduran Şefik dayıya satardık. Küflenenleri ateşe atar, kaya arkasına saklanarak onların patlamalarını beklerdik. Patlamalarından müthiş keyif alırdık. Bir gün, iki kaya arasında uzun insan kemikleri gördük. Yunanlıların yaptıkları zulümlerini yapılan savaşlarda bulunanları sık sık dinleyerek büyüdüğümüz için o kemikleri taşlarla tuz buz ederek güya intikam aldık.


Köyümüzle ilgili önemli olaylardan birisi de düşen uçak olayıdır. Bu olay, öykülük bir olaydır. Yıllardan beri internetteki edebiyat sitelerine öykü yazarım.

Bir ara bu olayı da yazmayı düşünmüştüm. Unuttum. Bu defa unutmam. Bu olayı, yaşandığı şekilde anlatarak ebedileştirmek istiyorum.

Rahmetli Halime halımın kocası rahmetli Değirmenci Hasan eniştenin bana anlattığına göre olay şöyle gelişiyor. Sanırım 1966 yılı. Tarih ve ay olarak kesin ifadede bulunamam. Eskişehir’den kalkan Hava Kuvvetleri’ne ait askeri nakliye uçağı, Karlık altında kara saplanıyor. Patlama olmuyor. Uçaktaki subay ve astsubaydan ikisi hariç diğerleri -sanırım yedi mürettebat- kendine bakamayacak derecede çarpma darbeli. Sağlam bir astsubay, az darbeli bir subayla yaralıları uçaktan çıkarıyorlar. Branda içine koydukları yaralıları, uçakta bulunan uzun halatlarla Sığırkuyruğu Alanı’na indiriyorlar. Yerler karla kaplı. Ateş yakıyorlar. Sağlam astsubay, bir makine tüfek alıp yardım aramaya gidiyor. Azmak başına inerken karda kayıp, ayağını kırıyor. Kırık ayağını bağladığı odun parçasıyla destekleyip, inişine devam ediyor. Azmak’a yaklaştığında çift sürenleri görünce sesleniyor ama derdini anlatamıyor. Makine tüfekle havaya ateş ediyor. Atlarıyla çift süren karı koca korkup, atların koşumlarını çözdükleri gibi köye doğru koşturuyorlar. Asker de, kırık ayağına rağmen yamaç aşağı koşuyor. “Uçak düştü! Yardım edin! Ben askerim!” diye bağırıyor. Köylümüz karı koca durup, astsubayın inmesini bekliyorlar. Asker, yaşanan olayı anlatıp, yaralıların bulunduğu alan hakkında bilgi veriyor. Oraları iyi bilen köylümüz, anlatılanlardan yaralıların Sığırkuyruğu Alanı’nda olduğunu anlıyor. Astsubayı ata bindiriyor. Karısına, “ köye getirmesini söyleyip,” bindiği öbür atı köye doğru dehliyor. Köyün içine girdiğinde, “Uçak düşmüş! Sığırkuyruğu’nda yaralı askerler varmış!” diye bağırıyor. Bununla yetinmeyip, minareye çıkarak köylülere duyuru yapıyor. Yaşlısı genci, köyün erkekleri cami önünde toplanıyor. İki kamyonla askerleri kurtarmaya gidilmesi kararlaştırılıyor hemen. Kepeneğini, çulunu, battaniyesini, baltasını, küreğini alıp gelenler kamyonlara biniyorlar. Orman yollarından Sığırkuyruğu mevkiine sürülüyor kamyonlar. Bu sırada, yaralı astsubay geliyor. Köyden yaşlı birkaç kişi, olayı bir de ondan dinliyorlar. Kan kaybından bitkin duruma düşen astsubayı, köydeki öbür kamyonla ve yardımcı bir ihtiyarla Gediz’deki hastaneye yolluyorlar.

O zamanlar normal telefon hattı yok. Orman idaresine ait Murat Dağı kaplıcalarına, oradan da Gediz Orman İşletmesine ulaşan telefon hattı var. Aktarmalı da olsa düşen uçak olayı Gediz Orman İşletmesindeki santral memuruna ulaştırılıyor. Olayın, acele olarak Eskişehir’deki Hava Kuvvetleri Komutanlığı’na bildirilmesi isteniyor.

İki kamyon, homurdanarak, ıslak da olsa dik yamaç yollarından çıkarken karla karşılaşınca daha fazla gidemiyor. Köylüler, baltayla, kürekle, ayakla kar açarak kamyonun birini Sığırkuyruğu altına kadar çıkarıyorlar. Onca yorgunluklarına rağmen koşarak Sığırkuyruğu Alanı’na çıkıyorlar. Sönmekte olan ateşin az ötesindeki brandalar arasındaki askerlerin öldükleri varsayımıyla yanıp yakınsalar da baygın dört askerin yaşadığını öğrendiklerinde, yürekleri bu defa sevinç yumağı oluyor. Allah’a şükrediyorlar. Sarıp sarmaladıkları subay ve astsubayları, kestikleri branda sedyelerle hızla berideki kamyona taşıyorlar. Askerler, sarsılmasınlar diye,

kamyonun kasasında bile ellerle tutulan branda sedyelerde taşınıyorlar. Akşama doğru köye girilirken iki helikopter iniyor köyün harman yerine. İlk müdahaleleri yapılan baygın ve yaralı askerler helikopterlere alınarak hastanelere taşınıyor.

Ertesi günü köye iki askeri cemse geliyor. Çok geçmeden bir de helikopter iniyor. Düşen uçaktaki mühimmat ve silahları getirmek üzere iki kamyonla köyümüzün erkekleri seferber oluyorlar. Biraz daha uğraşmayla iki kamyon, Sığırkuyruğu Alanı’na kadar çıkarılıyor. Köylüler ve askeri yetkililer, dik yamaçtaki kaygan karda vargeller yaparak uçağına yanına çıkıyorlar. Askerlerce uçaktaki silahlar alınıyor. Köylülere kayıt edilerek teslim edilirken Değirmenci Hasan, “Binbaşım! Yanlış yapıyorsun!” diyerek devir teslime karşı çıkıyor. “Bırakın bir silahı, askeriyenin bir mermisi bile bize emanettir. Bir mermi noksanında bile köyümü yakarım!” diyor. Bu çıkışmadan, görevli binbaşı diğer askerler etkileniyor. Kayıt kuyut yapılmadan silah ve cephaneler köylülere teslim ediliyor. Bir ara Değirmenci Hasan’a yaklaşan binbaşı; “Kusura bakma,” diyerek bir bakıma özür diliyor. Ardından; “Van’da bir askeri uçağımız düşmüştü. Gidip gördüğümde,

pilotun külotu bile alınmıştı,” deyip niçin kayıt kuyut istediğinin nedenini belirtiyor. Kamyonlarla köye indirilip askeri iki cemseye yüklenen silah ve mühimmat sayılmamıştı. Sayılsaydı eğer, değişen bir şey olmazdı. Köyümüzün, köylümüzün emanetindeki hiçbir şeye halel gelmezdi…

Köydeki helikopter, korkusunu atabilen köylüleri havada gezdirmiş. Rahmetli anam da binmiş. Bana demesine göre, köyün güzelliğini yukarıdan bakınca daha iyi anlamış.

Eskişehir’deki Türk Hava Kuvvetleri komutanlığı, köylülerimizin yaralı askerleri kurtarma cabasından etkilenip, köyümüze, ilkokula ve öğrencilere epey yardımda bulunuyor. Ayrıca, uçağı köyümüze bağışlıyor. Ertesi sene dağın karında saplanan devasa askeri nakliye uçağı parçalanarak köye getiriliyor. Uçak hurdaları, ihaleyle satılıyor.



Köyümüzün temel değerlerinden birisi de, daha çok köye gelecek misafirleri orada ağırlamaya yönelik olarak yapılan köyodalarıdır. Özellikle geçmiş yıllarda köye gelen kalaycı, zerzevatçı, çerçi, devlet memuru, yolcu gibi misafir ve iş için gelenler bu köyodalarında kalırlardı. Bu konuklara, o köyodasının bulunduğu yerdeki evlerden mutlaka birkaç kap yemek gelirdi. Öyle ki, bu kişilerin hayvanlarını yemi, samanı ya da otu dahi mahallelilerce karşılanırdı. Bunların dışında köyde adeta mahalle kavramı yaratan köyodaları, köylülerin sorunlarını dile getirdiği, paylaştığı dayanışma ve yeri geldiğinde muhabbet yapılan yerlerdi. Özellikle dini bayramlarda, camiden çıkıştan sonra buralarda toplanılır, evlerden gelen yemeklerle bayramın farklı bir kutlanması yapılırdı.

Köyümüzün eski geleneklerinde birisi de, dini bayramlarda güreş yapılması ve ceviz dallarına bağlı salıncaklarda genç kızların salınmasıydı. Bazı kızları, gönüllüsü bilinen oğlanlar gidip sallardı. Bu durumlar olağan karşılanırdı. Kızların salındığı yer, ilkokulun yanındaki ceviz ağaçları olurdu.



Köylülerimizin önde gelen takdire şayan vasıflarından birisi de, orman yangınlarına karşı duyarlılığıdır. Bir orman yangını görüldüğünde ya da haber alındığında hemen tellal bağırtılarak duyuru yaptırılır. Küreğini, baltasını, çapasını kapan camii yanında ya da köprübaşında toplanır. Kamyon varsa bindikleri gibi yoksa eğer, koşarcasına yangın mahalline giderler. Orman kanununda, orman içi

ve kenar köylülerinden on sekiz yaşını dolduranlar yangın söndürme mükellefidir. Köylülerimiz, yangın söndürme mükellefi oldukları için yangın söndürmeye gitmezler. İş, aş ve konut ihtiyaçlarını karşılayan güzelim ormanlarının yanmasını istemedikleri ve vicdani görev kabul ettikleri için orman yangınlarına koşarlar.

Resmi makamlardan emir beklemeksizin köylülerimizin orman yangınlarına müdahalelerini hep övgüyle söylemişimdir. Meslek hayatımın büyük bölümü, birinci derecede orman yangınlarının olduğu yörelerde geçti. Yıllarca orman yangınlarıyla mücadele ettim. Köylülerimizin yangına koştukları gibi hiçbir orman içi ve orman köyüne rastlamadım. Onlara, köyümüzü örnek göstermişimdir hep.



Köyün evleri genelde ahşap karkas yapılıydı. Çoğunlukla iki katlılardı. Alt kat, ahşap hatıllarla bağlanmış çamur harçlı taş duvar, üst kat ise ahşap karkastı. Ağaç dikmelerle payandalar arası kerpiçlerle doldurulurdu. Taban ve tavan kirişleri, çoğunlukla kalın çam direklerinden olurdu. Çatılar ise, pedavra-yırtma tahta-hartama- denilen bir metre boyunda, üç dört santimetre kalınlığında, otuz kırk santimetre genişliğindeki düzgün lifli çam ağaçlarından yarılmış yarma tahta parçalarıyla kaplanırdı. Bu tür çatı kaplama, Türkiye’deki orman içi köylerde mevcuttur. Artvin’de, ladin ve göknar ağaçlarından da yapılır. İki katlı evlerin alt kısımları dam,–ahır- malzeme konma odası olurdu. Ahşap karkas evlerin yanı sıra, domuzdamı kalın ağaç direklerden de çatma şeklinde yapılan ev, dam ve samanlıklar da vardı.



Köyümüzün eski kültürlerinden birisi de ekin biçme, yolma ve harman kaldırmadır. Çoğunlukla sen bana ben sana şeklindeki imeceyle ekinler biçilirdi.

Tarla sahibi o gün, Tırpancılara, tırmıkçılara ve desteciler için en güzel yemekleri yapardı. Müthiş bir çalışma gayretiyle tarla sahibinin ekin biçme işi büyük ölçüde bitirilirdi. Yolmacılık, apayrı bir kültürdü. Kadın ve kızlar, ellerindeki orakları adeta bir türkü ahengiyle sallardı. O gün, manici ve türkücü seçilen kadın ya da kız, türküye başlar, o bölümün sonunda yolmacılar tekrar yapıp, bitirdiklerinde “oyy!” diye nara atarlardı. Türkücü, türküye devam eder, oraklar da türkü ritminde ekin saplarına dalardı. Yolmacıların söylediği türküler, köyde yakılan ve civarda söylenen türküler olurdu çoğunlukla. Şu Gediz türküsü mutlaka söylenirdi.

Elma dalda biter mi
Günden yanı pişer mi
Sevip sevip ayrılmak
Şanımıza düşer mi
Sürmelim amman.

Minareden at beni
İn aşağı tut beni
Dal göbeğin üstünde
Nenni çek uyut beni
Sürmelim amman

Elma dalda bir sıra
Yârim gitti hisara
Eğer yârim gelmezse
Giderim ardı sıra
Sürmelim amman

Yemek ve dinlenme aralarında mani ve türkülü atışmalarla yolmacılık, daha keyifli bir

hal alırdı. Hele bir de tarla sahibi, türkü ve mani aralarında tüfek ya da tabancasıyla takırtı yaparak şenlik kattığında, yolmacıların coşkuları daha da artardı…

Ekin biçme ve yolma safhasından sonra harman işi, harman yerlerinde ayrı bir bütünlük içinde devam ederdi. Ekin desteleri yayılmasında, öküz ve mandalarla döven sürülmesinde, tınazların yığılıp savrulmasında, ailenin küçükleri bile iş gücüne katılırlardı. Hele döven sürülürken döven çeken hayvanların boklarının ağaç tekneler alınması, harmanın en zor ama en çok gülünen bölümleri olurdu. Hasat, yani dene elde edilirken yemekler harman yerinde yenir ve orada yatılırdı. Geceleri, harmanı yakın olanlar muhabbet ederlerken çocuklar, gülüş çığrış oyun oynardı. En göze oyunları, dağ gibi yığılı ekin sapları üzerinden kaymak olurdu. (Bu yığına da tınaz diyenler olur.) Kimi yıllarda, harman kalktıktan sonra harman tozunu atmak üzere Murat Dağı kaplıcalarına gidenler olur. Harmanı kaldırmakla iş bitmez. Erkekler, köyün iki değirmenimde un öğütürlerken kadınlar da çay kenarlarında yıkadıkları buğdaylardan bulgur hazırlarlar. Bundan sonra bir başka harman telaşı başlar köylülerde. Fasulye harmanı. 1960’lı yıllara doğru, ortaokulda okurken bizzat tanık oldum. Köyümüzün kuru fasulyesi, Gediz’de en çok istenen üründü. Parasının kendimizin verdiği pansiyonda okuyordu. Ortaokul müdürü, pansiyon için, köyümüzün kuru fasulyesini aldırdı.



Köyümüzün özellikle 1955-1965 yılları arasındaki –sonra da devam etmiş olabilir- yaşamlarından birisi de orman işçiliğidir. Bu işçilik, aylık kazançla ilgili bir işçilik değildir. Vahidi fiyat –birim fiyat- işçiliğidir. Buradaki birim, metreküptür, sterdir. Kentaldir. Köylülerimiz, orman idaresinin uygun gördüğü birim fiyat üzerinden orman işçiliği yaparlardı. Ne yazık ki, ağır çalışma şartlarına göre fiyatlar yetersizdir. Ancak, ormandaki vahidi fiyat üzerinden çalışmaktan başka iş yoktur

köy yerinde. Bir bakıma köylüler, bu ağır işçilikte çalışmakla yükümlü görürler kendilerini. Orman bölge şefliğince kesilecek ağaçlar damgalanır. Kesim ve sürgü fiyatları bildirilir. Köyde, daha çok akrabalık ve komşuluk esaslarına göre postalar teşkil edilir. Numaralandırılmış kesilmiş ağaçlar, kura çekilerek bu postalara dağıtılır. Ağaç kesimi işi için hazırlıklar yapılır. Karapınar ormanları, günlük gidip gelinecek ormanlar değildir. Ancak, yatılı kalınarak iş üretilir gerçeğiyle yatılı gidilir. Bu yatılı süre bazen yirmi günü bulur. Karapınar vadisindeki karaçam ve sarıçam ağaçları kalındır. Boyludur. Kimi ağaçların köke yakın gövdelerindeki çapları bir metreyi geciktir. El bıçkılarıyla ağaç kesmek zor ve meşakkatlidir. Devrilen ağaçların kabukları, baltalarla soyulur. Ağaçların gövdeleri, kalite değerlerine göre ölçülerek kesilir. Kesimler sonucu elde edilen tomruk, teldirek ve maden direği nitelikteki orman emvalleri, görevli memurlarca ölçülür. Kesim parası, ne yazık ki verilen emeği pek karşılamaz. Daha sonra, üretilen orman emvallerinin sürgü işi başlar. Kimi yerlerde, acar bir çift mandanın sürütmede zorlandığı kalın tomruklar, altlarına yuvarlak direkler konarak hak edilecek paranın çok fazlası emek sarf edilmesiyle rampa yerine taşınır. Yaş ve çıralı kalın tomruklar kimi zaman bu şekilde de taşınmaz. O durumlarda birkaç çıvgarla sürütülür tomruklar. Sürgü işi, günlerce, haftalarca hatta aylarca sürer. Sürütme yetmezmiş gibi birde yol kenarlarına taşınan emvallerin, cinslerine göre istiflenmesi istenir. Gavur eziyeti yapılır adeta. Sürgü işlerinin parası, tüm emvalin taşınması ve yol kenarlarına istif yapılması sonrasında verilir. İşini zamanında yapamayan postalar yüzünden çoğu kez para ödemeleri gecikir. Buna da en çok okula giden öğrenciler kızar. Sürgü paralarıyla okulluk giyecek ve ayakkabı alınmadığı için… Ne yakı ki, ellili yılların birinde ben de sürgü parasının geç verilmesinden mağdur olanlardan biriydim…

Orman yolundaki rampalarda istiflenen orman emvalleri, Gedizli kamyoncularla Gediz’deki orman deposuna taşınırdı. (Sonraki yıllarda köyümüzden de kamyon sahibi olanlar vardı. Hatırlayabildiği kadarıyla bunlar, Hüseyin Çoşar’la Karamehmet idi.) Orman emvali taşıyan kamyonlar, farklı markalarda, burunlu ve eski sayılırlardı. Yan ve arka kasalarını çıkarmış halde orman emvali taşırlardı. Köylülerimizden olmak üzere her kamyonun sarıcıları-yükleyiciler- olurdu. Kamyonların bazıları, yollarda akis kırar, nakliyatın bir iki gün engellediği oldurdu. Köylülerimiz, Gediz pazarına giderken o orman emvali yüklü kamyonların üzerinde giderlerdi. Ortaokulda okurken Mehmet Uzan’la birlikte çok kez kelle koltukta o tomruk kamyonların üzerinde Gediz’e giderdik. Orman yolu bir yana, köyden ta Sazköy altına kadar uzanan yol da orman yolundan farksızdı… Bazen, köyden başka binenlerle salkım saçak olurdu kamyonun üstü. Yolun engebeli kısımlarında tomruk yüklü kasa, gıcırdamalarla sağa ve sola yatardı. Tomrukların ara ve üstlerine abanmış köylülerimizi yaşlıları, öyle durumlarda salavat getirirlerdi. Çocuksu gençliğimizin korkusuzluğundan olsa gerek salavat getirenlere saklı bir şekilde gülümserdik…



Köyümüzün ilk okuyarak devlet görevlisi olan Ali öğretmendi. Ali Korkmaz. Sonra da subay olan Hidayet Karaca idi. Onların, ilkokuldan sonra mı yoksa ortaokuldan sonra mı üst okullarına gittiklerini bilmiyorum. Onlardan sonra Gediz’de ortaokulu okuyup sınavla devlet okullarına girenler olarak ben ve Mehmet Uzan’dı. Bizlerden sonra okuyanlar giderek arttı. Bu bilgiyi neden mi sunuyorum? Bir bakıma köylümüze okuma teşvikçisi olduk. Bunu niye dile getirdiğime gelince bizler, çok zor şartlarda okuduk. Hem maddi hem de yolculuk olarak. Bunlara rağmen şen şakraktık. Karda kışta tatillerde Gediz’den köye gelirken ve köyden Gediz’e yayan giderken ellerimizle sıkıca yaptığımız kar toplarına vole vururduk. Mutluyduk, çünkü yayan yapıldak gitsek de ortaokulda okuyorduk…



Doğru bulunur ya da bulunmaz bunları hiç dikkate almaksızın köyümüzün geçmişiyle ilgili bu çalışmamı, yazılı olarak köyümüzün muhtarlığına göndereceğim. Köyümüzün geçmişiyle ilgili, örneğin düğün dernek gibi konularının da eklenmesiyle yayınlanacak bir kitap, köyümüzün geçmişiyle geleceği arasında bir köprü olacaktır. Bir belge olarak gelecek nesillere ulaşacaktır.




Belovalı

Orman Tekniker Okulu

İstanbul Teknik Üniversitesi

Mühendislik Fakültesi

Meslek Yüksek Okulu

Emekli
✅ Bağlantı kopyalandı!

Bu blogdaki popüler yayınlar

Çukurören Uçak Kazası | Murat Dağı Çukurören Köyü, Gediz – Kütahya’da Yaşanan Tarihî Olay

Kesiksöğüt Çeşmesine nasıl gidilir ?

Çukurören Karapınar Piknik ve Mesire alanındaki Çeşmeler

Sazköy

Çukurören Karapınar Şelalesine Nasıl Ulaşılır ?